27 Ocak 2013 Pazar

KKTC: “NEREM DOĞRU Kİ!”


KKTC: “NEREM DOĞRU Kİ!”

- KKTC'de eğitim, sağlık, çevre, güvenlik çökmüş haldedir.
- 36 bin öğrenciyi 6 bin öğretmen eğitir (?)
- Bin kişiye 850 araba düşer.
- 300 bin nüfusta 28 belediye vardır.
- 156 bin seçmene 50 vekil vardır.
- 40 bin nüfuslu Lefkoşa belediyesinde 1100 kişi çalışır.
- Hiç izlenmeyen BRT'de 900 kişi çalışır.
- Kasaba hastanesi kadar olan B. Nalbantoğlu Devlet Hastanesinde 900 kişi çalışır.
- Emekli olanlar 200 bin ile 2 milyon arası ikramiye alır.
- Devlette 2400 adet resmi araç vardır.
- Reklam pastası sıfıra yakın olmasına rağmen 15 TV, 15 gazete, 15 radyo on yıllardır gizli devlet yardımlarıyla ayakta tutulur.
- Kumar serbesttir.
- Fuhuş serbesttir.
- İçki su gibidir.
- Uyuşturucu kolay bulunur.
- Senenin yarısı tatildir.
- Saat 12'den sonra devlet daireleri uykuya geçer.
- UBP hükümeti hiç bir şekilde yönetimi becerememektedir.
- UBP devlete sürekli kendi adamlarını doldurmaktadır.
- Yasak olmasına rağmen devlet personelinin yüzde 80'inin ikini işi vardır.
- Evlere ortalama 10-15 bin TL para girer.
- Her hanede 2-4 taşıt vardır.
- Toplumun çoğu su, elektrik parası ve vergiyi ödemez. Sürekli af çıkartılır.
- Sakat olmadığı halde “rapor” temin edenlere 1300 TL maaş başlanır.
- Din eğitimi almamış olanlar politikacılar tarafından imam yapıldığı için bir çok imam Ku’ran bile okuyamaz.
- Türkiye’nin gariban halkından alınan aşırı yüksek vergilerden her yıl 1 milyar TL KKTC’ye aktarılır. 40 yılda 40 milyar dolar Kıbrıs’a aktarılmıştır ama ortada bir eser yoktur.
- Kıbrıslılar Türkiyelilerden nefret eder. Onlara pis işleri yaptırır. Kara sakal diye niteler.
- İslam ile bir bağlantısı olmayan laik (?) devlet kandil günleri bile resmi tatil yapar.
- Okullar yarım gün eğitim yapar.
- İnternette bir filtre olmadığı için Kıbrıs’tan her türlü iğrenç siteye girilebilir.
- Telif hakları yasası bile olmadığı için her türlü taklit mal, kopya kitap, DVD vb. serbestçe satılır.
- KKTC’de bulunan 6 üniversitenin sadece birisinin diplomaları AB ülkelerinde kabul görmektedir.

www.odatv.com'dan alınmıştır.

17 Ocak 2013 Perşembe

Kıbrıs'ta neler oldu, neler olacak?

Kıbrıs'ta neler oldu, neler olacak?


Kıbrıs sorunu Türkiye'nin en "nemli gündem maddesi. Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye, Denktaş ve yanındakilerin "sağmal ineği" haline getirildi.

Artık Türkiye, AB ile savaşa bile girebileceğini düşünecek, Kıbrıs konusunda. Denktaş ve kadrosunun aymazlığı,
Türkiye'de ise Süleyman Demirel'in k"rü k"rüne Denktaş'a bağlılığının sonucudur bugünkü hazin tablo.

Kıbrıs'ta Türkiye'yi, Türkiyeli olmayı, k"tü g"zle g"ren bir Türk topluluğu yaratıldı. Nasıl mı? Anlatayım.

Kaçakçılar, talancılar, rüşvetçiler, hırsızlar kayırıldı adada. Hukuk dahil her şey bu hukuksuzluğa g"re dizayn edildi.

Türkiye'de 1980 sonrasında orada g"rev yapan Türk generallerin yolladıkları raporları ve ekindeki belgeleri açıklasalar, Denktaş ve taifesinin sokağa çıkmaya mecali kalır mı? Küçük adada kimin kursağında ne var, herkes çok iyi biliyor.

Türkiye Kıbrıs'ta ev sahibi midir, yoksa kiracı mı? Şimdi bazıları "Şimdi sırası mı kardeşim bunların" derler. Boş verin desinler. Bugüne kadar Kıbrıs ile ilgili ne zaman ağzımızı açsak "aman" diye susturdular. Oysa bu suskunluktan yararlanan kaçakçılar, ne ev sahibini bıraktılar, ne kiracıyı. Toptan soydular herkesi.

Kaçakçılık merkezi Kıbrıs Bir başka kaçakçılık "yküsü de tarih üzerine. Türk askeri adada harekatını bitirince tarihi eserlerin envanterini çıkartıp, muhafaza altına almış. Sonra da bunun kontrolünü Denktaş ve adamlarına bırakmış. Olan ne mi? Yağma, yağma.

Ada "zellikle 1980 sonrasında her türlü kaçakçılığın kol gezdiği bir yer oldu. Gümrüklerinde Kıbrıs Türk kesiminin ağaları istedikleri malları getirip geçirdiler. Hesap kitap yok.

Türk askerinin saptamaları üzerine gümrüklere baskın düzenlendiğinde, o d"nem sorumlu olan Kamuran Ezel, baskının başlamasının hemen ardından Rum kesimine kaçtı. Sonuç mu? Birkaç ay sonra elini kolu sallayarak d"nüp eski işini yaptı.

Sonra da emekli oldu. Kimin adamı dersiniz? šnlü yazarın kaçakçı dostları Yazarımız sadece tanıklık etmekle kalmamış, Mancini'yi tutuklayan d"nemin Kıbrıs'ta güvenlikten sorumlu Türk paşasına, yüzü kızarmadan o kaçakçıyı kurtarmak için rüşvet bile teklif etme cüretini g"sterebilmiştir.

Aldığı yanıt küfürden beterdir.Bu kaçakçının ve çetesinin ele geçirdiği paha biçilmez ikonalar, amforalar ve diğer tarihi eserler, İngiliz bandıralı lüks yatlarla gelen ve Kıbrıs'ta en üst düzeyde ağırlanan konukların bavullarında kaçırılmıştır adadan.

Yatlar eserlerin konulduğu bavullarla açılırken, limanda kaçakçılara sarı bir Mercedes ile onu kullanan şişman bir adam eşlik etmiştir.

Bunlar o zaman neden dile getirilmedi? Hep aynı terane, "şimdi sırası mı?" Evet şimdi sırası! çünkü biraz daha gecikilirse, zor olan ç"züm, imkansız hale gelecek.

Bir ad: Antonio Mancini. Kıbrıs'ta paha biçilemeyen eserlerin kaçırılmasında kullanılan çetenin başı. Onun yanında Türkler de var. Mesela bir ünlü Türk yazar: Refik Erduran. Kıbrıs'ta Erduran'ın yaptıklarını benim yerime Nazım Hikmet dinleseydi, onun teknesiyle değil kaçmak, yanında durmasını yeğlemezdi. Kaçakçı Mancini'nin kiralık sarayında kalıp, İngiliz artıklarıyla kurulan çetenin tarih yağmasına tanıklık etmek, kaç ünlü yazara kısmet olmuştur ki? O evde oturup ünlü yazarımız, zevku sefa içinde tarih yağmasının tanıklığının tutanaklarını tutmuştur belki de!

Bunları yayımlar, biz de daha bilemediklerimizi ondan "ğreniriz inşallah. O anlatmasa da bundan sonra anlatacaklar, yazacaklar çok çıkar bu "yküyü.


 27 Kasım 2001
Tuncay ÖZKAN

Dingili kopan ülke düze çıkabilir mi?





http://www.kibrisgazetesi.com/printa.php?col=119&art=22345

16 Ocak 2013 Çarşamba

Koloni mi devlet mi?

Koloni mi devlet mi?

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) koloni midir, bağımsız bir devlet midir? Ne biridir, ne diğeri.
KKTC bir miktar otonomiye sahip bir kolonidir.
KKTC bağımsız devletlerin ve demokrasilerin sahip olduğu bütün organlara sahiptir. Ama bu organlar Meclis, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Bakanlar uzaktan veya yakından Türkiye’nin kumandasındadır.
Kıbrıslılar KKTC’yi idare eder gibi görünür. KKTC’yi esas idare edenler Ankara veya Ankara’dan gelen, çoğu yüzü ve isimleri bilinmeyen Türkiye vatandaşlarıdır.
KKTC’nin ilk döneminde, kabine toplantılarına TC büyük elçiliğinin ve askerin temsilcileri de katılırdı ve onaylamadıkları hiçbir şey yapılamazdı. Artık bu kuruluşların temsilcileri katılmıyor kabine toplantılarına, ama gene Türkiye’nin istemediği hiçbir şey yapılmıyor.

Türkiye etkisi...
KKTC ordusunu Kıbrıslı değil, Türk generaller yönetiyor.
Polis, İçişleri Bakanının değil, bir generalin emrindedir.
Maliye Bakanı vardır, ama esas Maliye Bakanı Büyük Elçilikte oturan ve elçiliğin en büyük bölümünü teşkil eden Türkiye Yardım Heyeti’nin başkanıdır. Bu centilmenin onaylamadığı hiçbir ödeme yapılamaz.
Kıbrıs Merkez Bankası’nı TC Merkez Bankası tarafından görevlendirilen bir memur yönetir.
Toplumlararası görüşmeleri tamamı Kıbrıslı bir heyet yürütür, ama inisiyatif Ankara’daki Dışişleri Bakanlığı’ndadır ve askerler de her aşamadan haberdar edilir.
KKTC’deki bütün büyük yatırımlar ki bunların hemen hemen hepsi turizm sektöründedir TC’li yatırımcılar tarafından, TC devlet bankaları tarafından sağlanan kredilerle yapılır.

Hatırlatmak isterim...
Bütün bunların üzerinde bir başka büyük olgu sallanmaktadır. Ankara Kıbrıslı Türkleri kendi vatanlarında azınlık haline getirdi. KKTC’nin nüfusu bir sırdır. Sırdır çünkü herkesin bildiği bir sayının resmen bilinmesi istenmiyor. Bu da Kıbrıslı Türklerin nüfusun üçte birinden biraz fazlasını teşkil ettiği, oransal olarak sürekli azaldığıdır.
Eğer bütün bunlar KKTC için olumlu olsaydı, belki söylenecek pek fazla şey olmazdı. Ama, ne yazık ki, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki ağır eli ekonomik ve yönetsel kaosu derinleştirmekten başka bir işe yaramıyor.
Son zamanlarda İstanbul basınında bazı yazarlar Kıbrıslı Türkleri aşağılıyor Erdoğan’ın bir süre önce TC’ye ilk ziyaretini yapan yeni KKTC Başbakanı İrsen Küçük’ü kalabalıkların ve televizyon kameralarının önünde aşağıladığı stilde.
Bu gazetecilerin bazılarının Kıbrıs’a hiç gelmemiş olduğunu bir tarafa bırakarak onlara hatırlatmak istedim: KKTC’yi siz yönetiyorsunuz. Kıbrıslılar değil. Eleştirdiğiniz bizzat yarattığınızdır.
Bize bakınca aslında bize bakmıyorsunuz, arkadaşlar. Aynaya bakıyorsunuz.
KKTC bir ayıpsa, ortak bir ayıptır.

Metin Münir

KKTC nasıl kendini kolonileştirdi

KKTC nasıl kendini kolonileştirdi

1974 müdahalesinden sonra Kıbrıs’ta sürdürülmesi mümkün olmayan, ganimete ve Türkiye’den gelen yardımlara dayalı bir ekonomik düzen kuruldu.
Uluslararası hukuka aykırı olduğu bilindiği halde, Rumlardan kalan gayrimenkuller Kıbrıslılar ve TC’den gelen göçmenlere dağıtıldı.
Kamu iktisadi teşekkülleri kuruldu ve Rum turistik ve endüstriyel tesisler bunlara devredildi. Bu model Türkiye’de olduğu gibi başarısız oldu ve tesisler köhnemeye, ilk günden kamu maliyesine yük olmaya başladı.
Bütçenin büyük bir bölümü Türkiye’den gelen paralarla finanse edildi. Bu paralar hovardaca harcandı. Emeklilik yaşı indirildi, maaşlar ve ikramiyeler artırıldı, oy avlamak amacıyla devlet kadroları şişirildi. KKTC dünyada nüfus başına en çok bürokrata sahip ülkelerden biri haline geldi.

Hükümetlerin tek amacı ne?
Türkiye’den gelen paraların israf edilirken altyapı ihmal edildi. Külüstür sabit telefon sisteminde, örneğin, hâlâ Rumlardan kalan altyapı kullanılıyor. Yollar yetersiz. Elektrik o kadar pahalı ve sık sık kesilmekte ki üretim yapmak imkânsız.
Kazanmadığı para ile yaşayanlar ne olgunlaşır, ne de sorumluluk duygusu kazanır. Ekonomiyi Türkiye’nin fonlaması KKTC’de rasyonel, sorumluluğa sahip bir yönetim kurulmasını önledi.
Türkiye’den ne kadar para emilebileceği hükümetlerin tek amacı, seçmen gözünde tek başarı ölçütü haline geldi.
Seçmenler en iyi programı olan partiye (ki böyle bir parti yoktur) değil, Türkiye’yi en çok sağma yeteneğine sahip partiye oy verdiler. Onlar da mümkün olduğu kadar çok para sağmak için Ankara’nın her dediğini yapar oldular.
Siyaset yeteneksiz, kişiliksiz ve silik kişilerin çoğunlukta olduğu bir arena haline geldi. Rüşvet ve yolsuzluk, partizanlık, adam kayırma, para veya makam karşılığında parti değiştirme, cehalete ve pırıltısızlığa prim, oy satın almak için devlet bütçesini kullanma, devlet maliyesini içinden çıkılmaz bir bataklığa sokma hep bu kişiliksiz politikacıların marifetidir.

Sahte ve çürük standart var
Bu sistem hem Türkiyelilere, hem de Kıbrıslılara kolay geldi; çünkü hem verenler, hem de alanlar içinin hortumlanmaya açıktı.
Sonuçta kendiliğinden ayakta durması mümkün olmayan bir “devlet” meydana getirildi.
Bu arada Rumlar, ellerindeki en değerli varlıkları kaybetmelerine rağmen kişi başına milli geliri 20,000 doları aşan müreffeh bir ekonomi kurdular. Avrupa Birliği’ne girdiler. Birinci sınıf bir altyapıya, hukuk düzenine, yatırım ortamına sahipler.
Güney Kıbrıs’ta modern bir Avrupa ülkesindesiniz. Kuzeyde bir üçüncü dünya ülkesinde...
Kıbrıslılar kendi çabalarıyla değil, Ankara’nın yolladığı paralarla Türkiye ortalamasının en az iki misli üzerinde bir hayat standardının keyfini çıkartıyorlar. Ama bu sahte ve çürük bir standarttır. Sürdürülemez. Nitekim çatırdıyor.

Metin Münir

KKTC kusursuz bir çıkmazdır

KKTC kusursuz bir çıkmazdır

KKTC’nin Anadolulaşması, Kıbrıslı Türklerin kendi evlerinde azınlık haline düşmeleri, yardıma dayalı çürük bir ekonomiye sahip olmaları hiç kimsenin çıkarına değildir.
Kıbrıslıların çoğu ümitsiz, çaresiz ve mutsuzdur. Küreksiz ve dümensiz bir teknede çalkalandıklarını biliyorlar.
Türkiye için ise atsan atılmaz satsan satılmaz bir baş belası haline geldiler. KKTC her yeni hükümetin gündeminde bulduğu artısı az, eksisi bol bir denklemdir.
KKTC’yi Anadolu’nun bir parçası, şehit kanıyla sulanmış kutsal bir toprak parçası olarak görebiliriz. Ama dünya böyle görmüyor. Dünyanın gözünde KKTC, Türkiye’nin değil bağımsız başka bir ülkenin, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bir parçasıdır.
Uluslararası toplum KKTC’yi Türkiye’nin işgali altında olan bir bölge olarak görüyor. KKTC’deki kurumları da TC kurumlarının devamı.
KKTC, bu haliyle, Türkiye için kusursuz bir çıkmazdır. KKTC ne terk edilebilir, ne ilhak edebilir, ne bir anlaşmaya bağlanabilir. Ne de tanınabilir.
Toplumlararası görüşmelerin uzlaşı ile sonuçlanma olasılığı hemen hemen yok gibidir.
Bunun sorumlusu Türk değil Rum tarafıdır. Ankara’da 1974’ten beri ilk defa çözüm arzulayan ve bunu sağlamak için devamlı yeni formüller geliştiren bir anlayış var.
Ama Rum tarafında buna cevap verebilecek bir liderlik yok. Rumlar çözüm konusunda bölünmüş vaziyette. Çözümün herkesin evine dönmesi olacağı aldatmacasıyla kandırılmış Rum halkının beklentisi yüksek. Rum Cumhurbaşkanı Hristofiyas, toplumuna herhangi bir çözümü satabilecek güçte değil.

KKTC’nin tanınması...
Muhtemelen bu yılsonunda görüşmeler başarısızlıkla sonuçlanacak ve Çiçek’in geçenlerde Lefkoşa’da dediği gibi “Herkes kendi yoluna devam edecek.”
Rumlar için bu Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler üyesi bir devlet olarak yola devamdır. Türkiye ve Kıbrıslı Türkler için nedir?
Herkesin aklına ilk gelen tanınmadır, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak tanınması.
Böyle bir şey olsa iyi olurdu, ama mümkün değil.
KKTC’nin tanınması üçüncü bir ülkenin bağımsız bir devleti işgal ederek orada yaşayan bir azınlığa devlet kurması konusunda bir teamül başlatacaktır.
Türkiye dâhil hiçbir devlet böyle bir teamülün başlamasını istemez. Çünkü birçok devlette Rusya, Çin, Hindistan, örneğin yaşayan gayrimemnun azınlıklar var.
AB Kıbrıs üyesi olduğu için, ABD Birleşmiş Milletler kararlarına uyacağı için KKTC’yi tanımayacaktır.
KKTC uluslararası camianın arafında daha çok yıllar geçireceğe benziyor. Ama tanınmaması kendini düzletmesine engel değildir. KKTC kendi içine dönmeli, evini temizlemeli, Türkiye’nin yakasından düşmelidir.
Metin Münir

KKTC: İflasın eşiğinde bir devlet

KKTC: İflasın eşiğinde bir devlet

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) iflasın eşiğinde sallanıyor. Sistem hem ekonomik hem de siyasi olarak tıkandı.
Ankara’da resmi kaynaklardan öğrendiğime göre devlet maliyesi dünyada ender görülen bir çarpıklık içinde. Kamu harcamalarının Gayri Safi Milli Hasıla içindeki payı yüzde 70 civarında. Bütçenin yüzde 85’i maaşlara harcanıyor. Ancak bütçede bu kadar para yok. Toplanan vergiler maaş ödemelerinin ancak yüzde 73’ünü karşılıyor. Daha da beteri personel giderleri milli gelirden daha hızlı arttığı için durum kötüleşiyor. Bütçe açığı 2007 ila 2009 arasında yaklaşık dört misli arttı.
Kamunun diğer kollarında durum daha iyi değil. Adada faaliyet gösteren üç kamu bankasının neredeyse bütün kaynakları maaş ödemek ve yandaş kredilendirmek için kullanıldı.
Memur ve işçi emeklilik fonları maaş ödemelerinde kullanılmak için “tamamen boşaltıldı.”
Kamu iktisadi teşekkülleri de batak. Hemen hemen hepsi Türkiye’de iş yaptıkları kurumlara borç taktılar, yıllardan beri ödemiyorlar.
Öyle ki Türkiye’de bazı hastaneler adada yapılamayan ameliyatlar için devlet hesabına yollanan hastaları kabul etmemeye başladı.
Kıbrıs elektrik kurumun KIBTEK’in 200 milyon lira borcu, ayda 16 milyon lira alıp işe gelmeyen mühendisleri var ama bilançosu yok. Gerçek mali durumunun ne olduğu meçhul.
“TMO’dan alınan arpanın parası ödenmedi. Türk Telekom, Eximbank, Devlet Hava Meydanları, Türk Hava Yolları’na, Türksat’a büyük borçlar var” diye anlattı kaynağım.
Harcamaların neredeyse dörtte üçünün kamu sektörü tarafından yapılması özel sektörün ekonominin sınırlarına itilmesi sonucunu verdi.
Her dört gençten biri işsiz.
Turizm, sözde en büyük sektörlerden biridir ama otellerde ortalama doluluk oranı yüzde 30 seviyelerinde. Kumarcılar adayı boykot etse ayakta durabilecek çok az otel var.
Maliye Bakanlığı o kadar profesyonellikten uzak ki “Şu anda ne kadar borcu var kamunun dediğimiz zaman hazine rakamı bir ayda getiriyor” dedi kaynağım.
Halktan reform talebi yok
KKTC’de yürekler acısı olan sadece ekonomi değil. Siyasi sistem de batak. Ekonomide dönen paranın çoğu elinden geçtiği için politika bir dağıtım ve bölüştürme merkezine dönüştü. Rüşvet ve yolsuzluk kol gezmekte.
Küçük bazı istisnalar dışında halk kolaya alıştığı için bu müflis sistemi desteklemekte, durum feci olmasına rağmen reform talebinde bulunmamakta.
“Toplum halinden memnun toparlanma ihtiyacı duymuyor” diye konuştu Ankara’da bir resmi kaynak.
Siyasetin iş yapıcı kolu olan bürokrasinin durumu değişik değil. Çoğu pis ve bakımsız olan devlet dairelerinde iş bilmeme, bilgisizlik, disiplinsizlik hüküm sürüyor.
“Bakanlıklar çalışmama üzerine kurulmuş” dedi eski bir bakan. “Saati gelince herkes gidiyor. İş bitmiş bitmemiş kimsenin umurunda değil.”
Siyasi partiler durumu ters çevirecek entelektüel altyapı ve yetenekten yoksun. Hiçbirinin dişe dokunur ekonomik programı, gelecek için vizyonu yok.
“KKTC’de vizyon verecek siyasi yapı yok” diye şikâyet etti Ankara’daki kaynağım. “Siyasetçi çözüm üretmiyor. Bundan dolayı herkes neye sahipse onu korumaya çalışıyor. Kamu çalışanları, emekliler maaşına sarılıyor. Sendikalar ele geçirdikleri yasal yetkilere sarılıyor. Turizm tesisleri kumar lisanslarına sarılıyor. İşadamlarının bir kısmı ya ithalatta tek, ya tek bayi. Onlar da bu durumlarına sığınıyorlar. Başka aktörleri devre dışı bırakmaya çalışıyorlar.
“Sendika yöneticileri, siyasetçiler, imtiyaz üzerine iş kurmuş işadamları bu sistem değişmesin diye engelliyorlar desteklemek yerine. Üstü kapalı mutabakat var KKTC’de: Türkiye’den daha fazla para nasıl alınır. Başka hiçbir konuda mutabakat yok.”
Metin Münir

KKTC: İflasın sorumlusu kim?

KKTC: İflasın sorumlusu kim?

KKTC kurulduğundan beri iflas süreci içindedir. Türkiye’nin adada bulunduğu 36 yıl içinde ne Ankara ne de Kıbrıslı Türkler kendi ayakları üzerinde durabilecek bir ekonomik düzen kurmak için gayret sarf etmedi.
Ekonomik durum her zaman bozuktu ama 2004-2009 döneminde uçurumdan yuvarlanmaya başladı.
Bu yıllarda Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) önce Serdar Denktaş’ın Demokrat Parti’si (DP), sonra AKP destekli Özgürlük ve Reform Partisi (ÖRP) ile koalisyon halinde iktidarda idi. Önce M. Ali Talat on dört ay kadar başbakanlık yaptı. O cumhurbaşkanı seçilince koltuğa Ferdi Sabit Soyer oturdu.
İktidardaki CTP Ankara’ya yeni bir teklif yaptı. “Türkiye işlerimize çok müdahil oluyor. Bu kurumsal gelişimimizi etkiliyor. Onun için Türkiye ile ilişkimiz IMF biçimi bir ilişki olsun” dedi.
Ankara “Tamam” dedi. Taraflar 2004-2006 yılları arasında geçerli olacak bir anlaşma imzaladı. Türkiye KKTC bütçesinin cari açığını kapatacak, karşılığında KKTC özelleştirme, vergi, sosyal güvenlik, tarım alanlarında reformlar yapacaktı. “Bu arada karışmadık” diye konuştu Ankara’dan üst düzey bir kaynak.
“Ama KKTC eski huylarından vazgeçmedi. 2006’da memurlara çok yüksek zam verdiler. Vermeyin, dedik. Dinlemediler. 2007’nin ikinci yarısında ekonomi durgunluğa girdi. Ek para istediler. Vermedik. 2008’de gene memurlara artış verdiler.”
Ankara’dan para koparamayınca CTP-ÖRP hükümeti KKTC’deki bütün kaynakları kullanmaya başladı.
İş yapıldı diyorlardı
“Sosyal güvenlik fonları ve kamu bankalarını boşalttılar ve bunu bizden gizlediler” dedi kaynağım. “Müteahhitlerin paralarını yemeye başladılar. İş yapıldı diyorlardı, parayı yolluyorduk, müteahhitlere vermek yerine cari harcamalarda kullanıyorlardı.”
Ankara bütün bunların müsebbibi olarak Başbakan Soyer ile Maliye Bakanı Ahmet Uzun’u görüyor.
O dönemlerde üst düzey görevlerde bulunmuş bir kaynağım ise Türkiye’nin de kabahatli olduğunu söylüyor.
“IMF olmayı kabul etmişsen durumu sıkı sıkıya kontrol edeceksin ve programın sapmasına izin vermeyeceksin” dedi bu kaynak. “Ne demek bizden gizlediler. Gözünüzü açmış, işinizi ciddiye almış olsaydınız sizden hiçbir şey gizlenemezdi. Beceriksizliklerini kapatmaya çalışıyorlar. Resmi Gazete’yi de mi okumuyordunuz?”
2008’e gelinip bütün kaynaklar tükenince Soyer Ankara’ya gitti ve 250-300 milyon ek kaynak istedi. Türkiye acil mali önlemler şartı ile evet dedi. Bu arada küresel kriz de patlak verdi.
Bir paket hazırlandı ama halka acı ilacı içirmeyi Soyer’in gözü tutmadı.
“Bunları yapamam” dedi. Lefkoşa’ya döndü. Erken seçim ilan etti.
CTP seçimleri kaybetti. Derviş Eroğlu iktidara geldi. “Aynı tabloyu onun da önüne koyduk” diye konuştu kaynağım. “Memurlara on üçüncü maaş ödemesini yapmamak hariç diğerlerini yaparım dedi, gitti.” Ama sözünü tutmadı ve Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar oyaladı.
Bu arada yılda 50 milyon dolar zarar etmekte olan KTHY battı. Kıbrıslılar son ana kadar Türkiye alıştıkları gibi devreye girer ve kurtarır diye beklediler ama bu defa karşılarında başka bir Ankara vardı.
Başbakan’ın da desteğini alan Kıbrıs İşlerinden Sorumlu Cemil Çiçek, Eroğlu’nun yerine Başbakan olan İrsen Küçük’ün önüne IMF benzeri, köklü reformlar içeren bir anlaşma koydu.
“Yardım verdim, ne yaparsanız yapın, dönemi kapandı” dedi.
Metin Münir

Kıbrıslı Türklerin son seçeneği: Uyan ya da yok ol!

Kıbrıslı Türklerin son seçeneği: Uyan ya da yok ol!

Aslında KKTC’nin sorunu ekonomik olmaktan çok siyasidir. Kıbrıs’ta iyi yönetme yeteneğine sahip olmayan bir hükümet ve siyasi sistem var ve ne biri ne de diğerinin alternatifi yok. Bu hep böyle idi.
Bu yapı bir dilenme ekonomisi yarattı. Kıbrıslıları dilenci bir millet haline getirdi.
Ekonomi Türkiye’den gelen yardımlarla ayakta duruyor.
Bu gerçek siyaseti tek odaklı hale getirdi: Türkiye’nin ayırdığı yardımı çoğaltmak ve dağıtımında söz sahibi olmak.
Daha açık bir anlatımla, siyaset salt rant üzerine bina edildi. Bu olgu hem siyaseti hem de ekonomiyi zehirliyor.
Mevcut sistemde ne özel sektöre, ne plana ve programa, ne de hatta rüyalara ve ideallere yer var. Çoğunluk halk için, politikacılar için, sendikalar için önemli olan Ankara’dan para kopartılması, üretmeden harcamaktır.
Türkiye Kıbrıslılara yardım edeceğim diye aslında kötülük yapıyor. Çünkü çürümüş, geleceği olmayan bu sistemi ayakta tutan yolladığı paralardır.
Bu paralar geldikçe, KKTC batıp dibe vurmadıkça halk gerçek kurtuluş formüllerine sahip olanları aramayacak. Onu temsil eden mevcut politikacılar Türkiye’nin dayatmaya çalıştığı bütün mali disiplin ve reform programlarını şu veya bu şekilde köstekleyecek.
Bu koşullar altında Rumlarla müzakere etmek de abestir. Çünkü kazara bir uzlaşma olur ve ortak bir devlet kurulursa beş-on yıl içinde Rumlar Türkleri ekonomik olarak yutacaklar.

KKTC’nin iç dinamikleri
Güneyde iyi örgütlenmiş, kurumsal, rasyonel, müreffeh, ne yaptığını bilen bir Avrupa Birliği ülkesi var. Kuzeyde ise yoğun bakımdan çıkamayan bir ekonomi var. Fuhuş ve kumar dışında Rum rekabetine dayanacak bir sektör varsa kendini çok iyi gizliyor.
KKTC’nin kendi iç dinamikleri ile reform yapmayacağı, kendi ayakları üzerinde durabilen bir piyasa ekonomisi kuramayacağı açık.
Siyasi partiler hiçbir şekilde gönüllü işbirliği yapıp ekonomiyi sağlam temeller üzerine oturtacak önlemleri almayacak.
Muhtaç oldukları kudret damarlarındaki asil kanda mevcut değildir.
Bu durumda Türkiye ya KKTC’nin faturalarını ödemeye devam edecek. Ya “bat da dünyanın kaç bucak olduğunu öğren” deyip desteğini çekecek. Ya da Kıbrıslılara kendi hayırlarına olanı zorla yaptırmayı deneyecek.

En gerçekçi seçenek
Bunların içinde iyi yol KKTC’yi kaderi ile baş başa bırakmaktır. Ama Ankara’nın bu yolu seçebileceğini sanmıyorum. O zaman en gerçekçi seçenek sonuncusudur.
Erdoğan, diğer işlerinden vakit bulduğu bir gün, Kıbrıslı parti liderleri ile oturmalı ve onları birkaç ay önce TC ile KKTC arasında imzalanan protokolü desteklemeye ikna etmelidir. Gerekli bütün reformlar, siyasi ve ekonomik, Meclis’teki bütün partilerin desteği ile gerçekleştirilmelidir.
Bunu ondan başka birinin yapabileceğini sanmıyorum.
Önlerinde dilenci mendili, Türkiye’nin kapısında otururken Kıbrıslı Türkleri, uyanmazlarsa, bekleyen kader bellidir:
Ya sayıları gittikçe artan ve çoğunluk haline gelen Türkiyeli göçmenler tarafından silinecekler ya da Kıbrıslı Rumlar tarafından.

Metin Münir

Türkiye’nin KKTC’ye getirdikleri

Türkiye’nin KKTC’ye getirdikleri

Türkiye Kıbrıslı Türklere sadece can güvenliği ve özgürlük getirmedi. Rüşvet ve yolsuzluk da getirdi. Ve aynen Türkiye’de olduğu gibi, rüşvet ve yolsuzluğa göz yumulmasını, üzerinin örtülmesini, cezasız kalmasını...
Bu çürümüşlük, dinmeyen bir diş ağrısı gibi, toplumu rahatsız ediyor. Ama, gene aynen Türkiye’de olduğu gibi, Meclis, savcılık, Sayıştay, sessiz ve hareketsiz.
Türkiye 1974’te adaya çıkar çıkmaz, kendi kendine yetmeyen (ve bu gidişle ebediyen de yetmeyecek olan) Kıbrıslı Türklere mali yardımda bulunmaya başladı.
Rüşvet ve yolsuzluğun başlangıcı verenlerle alanların bir bölümünün cebe attığı bu paralardır.
Daha sonra devlet kurumları palazlanınca, yolsuzluk kamu harcamalarına sirayet etti. Bugün, aynen Türkiye’de olduğu gibi, harcanan her kamu kuruşunun bir bölümü birilerinin cebine giriyor.
Pazartesi günü, Lefkoşa’da, Ankara’nın desteği ile, geçen yıl batan Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın yerine yeni bir hava yolu kuruldu.
Yeni hava yolunu kurmadan önce, ne KKTC’yi finanse eden Türkiye ne de Lefkoşa’daki hükümet, Kıbrıs Türk Hava Yolları’nın neden batmış olduğunu araştırma ve açıklama ihtiyacı duymadı.

Dörtte bir fiyata bilet
Ankara şirketin kötü yönetim ve çürümüşlük dolayısıyla battığını biliyor. KTHY’de “nitelikli dolandırıcılık suçu işlenmiştir” diyor, konuyla ilgili en üst düzey yetkililer. Uçak biletlerinin tur operatörlerine dörtte bir fiyatına satıldığından, uçakların normal rayicin “iki üç misli” fiyatına kiralandığından, astronomik bakım paraları ödendiğinden, siyasi nedenlerle normalin üç misli personel çalıştırıldığından bahsediyorlar. “Bunları biliyorsunuz da neden bir şey yapmıyorsunuz?” diye sorduğumda ise cevap yok.
KTHY’nin batmasının nedeni yüzde yüz devlet malı olması, politikacıların tayin ettiği, çoğu ehliyetsiz kişiler tarafından kontrolsüz ve hesapsız yönetilmesidir. Buna rağmen Ankara KKTC hükümetinin yeni şirkette külliyetli miktarda pay almasına göz yumdu.
Oysa yeni hava yolu yüzde yüz özel sektör sermayesi ile kurulabilirdi. Ama KKTC hükümeti “Ben 47 isterim” dedi. Bu oranı seçmesinin nedeni çok açık. Eğer yüzde 48 olsaydı hava yolu kamu iktisadi teşekkülü statüsünde olacak yani devlet şirketi sayılacaktı. Bunu da kimse yemezdi.
Ama niyet ortaya çıktı. Hükümet yüzde 47 pay alabilmiş olsaydı ortak olmaya zorladığı işadamlarının kolunu bükecek, şirkette çoğunluk sağlayacaktı. Ondan sonra ne olabileceğini tahmin edebilirisiniz.
Sonuçta devlete ayrılan pay yüzde 30 oldu. Göreceksiniz, eninde sonunda politikacılar gene kontrolü eline geçirecek, yeni hava yolu eskisini akıbetine uğrayacaktır.
KTHY ardında yüz milyon dolardan fazla borç bırakarak battı. Bu parayı Ankara Türk vatandaşlarının vergilerinden ödeyecek.
Öğrendiğime göre Başbakan İrsen Küçük’ün isteği üzerine Başbakanlık denetleme kurulu KTHY’yi incelemeye başladı. Umalım ki ortaya çıkacak raporun üzeri kapatılmasın, pislikler ortaya çıksın, sorumlular cezalandırılsın.
Kıbrıslı Türklerin Türkiye nezdinde gittikçe batağa batan isimlerinin temizlenmesi için böyle bir şeye şiddetle gerek var.

METİN MÜNİR 2011

Kıbrıs'ta kumar oynayanlar ve oynatanlar

Kıbrıs'ta kumar oynayanlar ve oynatanlar


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ndeki (KKTC) casino rezaletinden askerler (Türk askerleri) ve politikacılar (Kıbrıslılar) eşit derecede sorumludur.
Askerler sorumludur, çünkü Kıbrıs polisi 1974'ten beri oradaki İçişleri Bakanlığı'na değil, askere bağlıdır. Casinoları denetlemek, lisans başvurularını süzgeçten geçirmek polisin, dolayısıyla askerin görev sahasındadır.
Bu görevin iyi yapılmadığı kesin.
Kıbrıs'ta sadece otel sahipleri casino çalıştırma lisansı alabilir. Birçok otel sahibi casinolarının işletmeciliğini üçüncü şahıslara veriyor. Bunların arasında uyuşturucu kaçakçılığından uzun yıllar hapis yatmış olanlar var. Yeraltı dünyasıyla bağlantısı olduğu tescilli kişiler var. Paravan şirketler veya casino müdürleri arkasından casino işleten sabıkalılar var.
Kıbrıs ufak yerdir. Bunların kim olduklarını herkes biliyor veya kolaylıkla öğrenebilir.
Casinoların çoğunun fiili sahibi Türkiye'de 1990'larda casinoların kapatılacağı belli olduktan sonra Kıbrıs'ta lisans alan TC vatandaşları veya onların kullandığı insanlardır.
Casinolara girmesi yasak olan Kıbrıs uyruklular bu mekânların başmüşterisidir. Bu konuları yakından izleyen birinden aldığım bilgiye göre, Lefkoşa'da bir casinoya geçen 20 ayda 16 baskın yapıldı ve her seferinde müşteriler arsasında Kıbrıslılar bulundu. Bu casino hâlâ faaliyet halindedir.

23 kumarhane çalıştırılıyor
Adanın turizm kapasitesini aşan sayıda kumarhane lisansı verildi. Sivil nüfusu 200,000 civarında olan bir yerde 23 kumarhane çalıştırılıyor.
Kumarhaneden tatminkâr gelir elde edemeyen bazı işleticiler, casino lisanslarının arkasında kara para aklama, fuhuş ve uyuşturucu işine girdiler. Siyasi koruma satın aldılar. Yani, kumarhaneler kapatılmadan Türkiye'de olduğu gibi, olay dejenere oldu.
Yıllardan beri Meclis'in tezgâhında olmasına rağmen sektörü yönetecek bir yasa çıkmadı. Sebebini bir kumarhane sahibine sordum. "Çıkarmazlar, çünkü çıkarırlarsa gelip benden para isteyemezler" dedi.
Ne demek bu, diye sordum.
"Yasa çıkarsa yasal olurum. Ona göre müşterim, gelirim olur. Ona göre vergimi öderim. Politikacılara para vermek zorunda kalmam."

Sektör yasaya bağlanmalıdır
Kendi adıma ben kumarhanelere karşı değilim. Kıbrıslıların kumar oynamasına da karşı değilim. Olmadığını bile bile şansını denemek insan olmanın acayipliklerinden biridir. Kumarhanede sadece kumarhane sahibi şanslıdır. Bunu bilmeyecek veya umursamayacak kadar salak veya zengin olanlar, gitsinler sigara dumanlı, yarı karanlık mekânlarda acayip gürültülerle çalışan birtakım makinelere veya masalara paralarını yedirsinler. Hayır duam onlarla beraber olsun.
Ama, bu iş bu kadar laçka, ilkel, kuraldışı bir şekilde yönetilemez. Sektör derhal doğru dürüst bir yasaya bağlanmalıdır. Türkiye'de yaşadıklarımızın tekrarını Kıbrıs'ta da yaşamamıza gerek yok. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat'ın konuyu ciddiyetle ele aldığını biliyorum. Umarım, sonuç almadan peşini bırakmaz.

Kıbrıs’ta ferman ve dağlar

Kıbrıs’ta ferman ve dağlar

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hangi parti iktidara gelirse gelsin Ankara’da iktidarda bulunan partiyle iyi geçinmek zorundadır.
Ankara’daki iktidarın “emrine girmek zorundadır” bile diyebilirim.
Ankara’nın desteğine sahip olmayan Kıbrıslı lider zirvede tutunamaz. Oraya erişebilse bile.
AKP ile zıtlaşan Rauf Denktaş bunun bu kuralın istisnası olmaya çalıştı. Yeni hükümete gelen Erdoğan ve, o zamanlar dışişleri bakanı olan, Gül’e kafa tuttu. İktidarı kaybetti.
KKTC’de ferman da dağlar da Ankara’nındır.
Adadaki Türk bölgesinin sınırlarını KKTC hükümetinin buyruğuna tabi olmayan Türk askerleri bekler. KKTC polisi KKTC İçişleri Bakanı’nın değil, o askerlerin komutanının emrindedir. Halk arasında Sivil Savunma olarak bilinen KKTC istihbarat örgütü de MİT’in bir uzantısıdır.
Kıbrıslı Türkler (ve onların sayısını şişirten yeni Kıbrıslılar, yani TC’den gelip yerleşenler) ekonomik olarak tamamen TC’ye bağımlıdır. Altyapı yatırımlarını Türkiye finanse eder. Bütçenin yarısı Ankara’dan fonlanır. Para gecikse maaşlar ödenemez, memurlar ayağa kalkar, hükümet sarsılır, çünkü halkın çoğunluğu memurdur.
Genel seçimleri kazanıp ortanın solundaki CTP iktidarına son veren Derviş Eroğlu’ndan, seçim kampanyası retoriğine bakıp, Denktaşvâri bir çıkış beklemeyin. Eroğlu, Denktaş, hatta, Denktaş’ın suyunun suyunun suyu bile değildir.

Denktaş dava adamı
Denktaş inatçı, inanmış, Türkiye’de ve dünyada tanınan, “tarihi” bir “dava adamı”dır. Eroğlu, Denktaş’ın bu özelliklerine sahip değildir.
Ama, daha önce de başbakanlık yapmış deneyimli bir politikacıdır. Ankara ile zıtlaşmanın bedelinin ne olacağını bilir. Partisi ulusalcıdır, Rum düşmanıdır.
Cumhurbaşkanı Talat’ın (o CTP’lidir) Rumlarla yürüttüğü çözüm görüşmelerine karşıdır. Ankara’nın tezine ters düşen bir nosyon olan konfederasyon taraftarıdır.
Eroğlu, seçim öncesi konuşmalarında Talat’a güvenmediğini, yanına adam vereceğini falan söyledi. Bol bol Rum aleyhtarlığı yaptı.
Ama seçimleri kazanır kazanmaz şarkısını değiştirdi. Erdoğan ve Gül, ayrı ayrı ve kolay anlaşılabilen cümlelerle, ona görüşmelerdeki politikanın değişmesine karşı olduklarını, Talat’ın arkasında durduklarını açıkladı.
Bunu yutmak Eroğlu için büyük bir sorun değil: Dağlar da ferman da AKP’nin olsun, yeter ki başbakanlığını zorlaştırmasınlar.
KKTC’de iktidar değişti ama geriye kalan her şey aynı kalacak. Ne toplumlar arası görüşmelerde bir sapma olacak, ne ekonomik durumda bir iyileşme meydana gelecek.
KKTC, Türkiye’nin hastalıklarını ithal etmeye devam ederek Türkiyeleşmeye devam edecek.
Çünkü yeni iktidarın herhangi bir köklü değişim meydana getirecek iktidarı yoktur.

Metin Münir

KKTC: Tamam mı devam mı?

KKTC: Tamam mı devam mı?

Türkiye ile KKTC arasında 1986’dan bu yana birçok IMF stand-by anlaşması benzeri protokol imzalandı ama hiçbiri tamamlanmadı.

Bir zamanlar Türkiye’nin IMF’den parayı aldıktan sonra programdan cayması gibi KKTC de Ankara’dan istediği parayı kopardı, sonra aklına eseni yapmaya devam etti. Ankara da umursamadı.

“KKTC bütçesi TC bütçesin 300’de biri” diye konuştu Ankara’da üst düzey bir bürokrat. “Kimse bu küçük işle uğraşmak istemiyor. Herkes ver parayı bir de bunlarla uğraşmayalım havasında. Ama KKTC aynı zamanda Türkiye dış siyasetinin dörtte biri. Diğerleri geri çekilince Dışişleri ön planca çıkıyor. Onlar devreye girince ekonomik öncelikler bir kenara atılıyor.”

Lefkoşa’da konuşan üst düzey bir bürokrat da aynı fikirde: “Ne zaman sıkmaya çalışsan Türkiye kesenin ağzını açardı.”

Ancak öyle anlaşılıyor ki KKTC için deniz bitmiş durumda. Son birkaç yılda mali durum o kadar bozuldu ki Ankara sıkı durmaya karar verdi. KKTC’den sorumlu Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek birkaç ay önce Derviş Eroğlu ile imzaladığı stand-by benzeri anlaşmayı “harfiyen” uygulatmak niyetinde.

Başbakan’dan destek

“Çiçek programı sıkı bir şekilde izleyecek ve taviz vermeyecek” diye konuştu Ankara’da Çiçek’e yakın bir bürokrat. Bu konuda Başbakan’ın desteğini almış durumda.

“Türkiye tarafı tek tabanca oldu. En büyük başarı bu” dedi kaynağım. İmzalanan yeni bir protokol ile Türkiye KKTC’ye 2012 yılının sonuna kadar üç milyar lira aktaracak. Buna karşılık KKTC geniş kapsamlı bir kemer sıkma ve reform programı uygulayacak.

Mali disiplin kurulacak. Kamu bankalarının yönetim kurulları Merkez Bankası tarafından atanacak ve kuruluşların siyaset dışı kalması sağlanacak. Birçok kamu iktisadi kuruluşu özelleştirilecek. Denizaltından çekilen bir kabloyla adaya elektrik sağlanacak ve kronik hale gelmiş kesintiler son bulacak. Denize döşenecek bir boru hattı getirilecek su ile de diğer kronik sorun olan susuzluk sona erecek.

“Şu anda ilişkiler değişti” diye konuştu kaynağım Ankara’da. “Artık ekonominin iyi yönetilmesi gerekiyor. Yardım verdim ne yaparsanız yapın devri geçti.”

Buna inanmak kolay değil. KKTC’de zayıf bir azınlık hükümeti var. Meclis’teki partilerin tümü reformlar çok can yakacağı için istekli değil. Sendikalar imzalanan mali protokole karşı. Halka programı anlatan yok. Ve halkta reform talebi yok.

Lider sorunu

“Kıbrıs’ta bu tür büyük işleri yapacak çapta liderler yok” diye konuştu deneyimli bir kaynak. “Türkiye’den gelen parayı dağıtmak üzerine kurulu bir sistem var. Düzgün giden hiçbir şey yok. Böyle bir ortamda yapılan bir program nasıl sürdürülebilir?”

Türkiye gerçek bir irade gösterse reform programı uygulanabilir ve KKTC 36 yıl rötarla sağlam bir ekonomik yapıya kavuşabilir. Ama Türkiye’de ise en geç gelecek yıl seçimler var. Kıbrıs gündemden düşebilir ve Kıbrıslılar AKP’nin seçim meşguliyetini kıskaçtan kurtulmak için bir vesile olarak kullanabilir.

Yapılan bu mali protokol de, diğerleri gibi, hayatını çöp tenekesinde tamamlayabilir. Ama eninde sonunda dönülüp dolaşılıp gelinecek olan yer aynıdır. Çünkü bu ekonomik durum sürdürülemez.

Metin Münir

KKTC: Parayı sen ver düdüğü ben çalarım

KKTC: Parayı sen ver düdüğü ben çalarım

Kıbrıslı Türkleri bozulan ekonomik durumdan da daha çok tedirgin eden şey, kendi vatanlarında azınlık haline gelmek, Türkiye’den gelen göçmenlerin içinde kaybolmaktır.

“Yok oluyoruz,” lafını bugünlerde birçok Kıbrıslı Türk’ten duyabilirsiniz.

Rumlar tarafından yutulmak üzere iken 1974’te Türkiye tarafından kurtarılan Kıbrıslı Türkler, şimdi kurtarıcı memleketinden gelenler tarafından yutulma tehlikesiyle karşı karşıya.

“Rumların şamar oğlanı olmaktan kurtulduk, Türkiye’nin şamar oğlanı olduk,” diye şikâyet etti bir arkadaşım. “Rumlar bizi küçük görüyordu. Şimdi Türkler görüyor.”

Nüfusun ne olduğu belli değil. Veya belki de gizli tutuluyor. Taş çatlasa 100-120 bin Kıbrıslı Türk var. Nüfus ise,
muhtemelen, 600 ile 700 bin arasında. Cep telefonu abonelerinin sayısı 450,000 civarında. İş adamı bir arkadaşım bazı devlet ihalelerinde alımların 700 bin olarak nüfus esasına göre yapıldığını söylüyor.

Bu her Kıbrıslı Türk’e karşı altı veya yedi “Türkiyeli” var demektir.

Olduysa ne olmuş, demeden önce düşünün. Türkiye’de hangi kent, kasaba nüfusunun altı-yedi misli göçmene kucak açar?

Ama KKTC’de demografik yapının bozulmasında bir kabahat varsa sadece Ankara’da değildir. Şikâyet konusu olan göçmenlere kapıları Kıbrıslıların kendi liderleri açtı. İlk gelişler savaştan hemen sonra, adadaki Türk varlığını büyütmek amacıyla Denktaş’ın kabulüyle oldu.

Denktaş’ın 1970’lerde, gittikçe artan göçmenlerden tedirgin olan bir Kıbrıslıya tepkisi “Türk olacaksınız,” oldu.
“Yeteri kadar olmadık mı efendim?”

“Daha da olacaksınız,” dedi Denktaş.

İkinci dalga 1980’lerde adaya kimlik kartıyla girişlerin serbest bırakılmasıyla başladı. Buna olur diyen de KKTC hükümetidir.


Göçmenlere ev, toprak dağıtıldı

İki binli yıllarda, Annan Planı’ndan sonra adada yaşanan dev inşaat patlamasıyla gelen işçilerden birçoğu da geri dönmedi.

Türkiyeliler ta başından beri Kıbrıslılar tarafından dışlandı. Sisteme uyum sağlamaları için ne Ankara, ne de Lefkoşa’dan hiçbir yardım görmedi.

Adaya yerleşen veya yerleşmeye çalışan Türkiyeliler homojen değil. 1974’te gelip KKTC vatandaşı olanlar ve onların adada doğan çocukları var. Oturma izniyle durumunu yasallaştıran işçiler var. Kaçak olarak adada yaşayanlar var.
Çoğunluk Laz ve Arap kökenli Hataylı.

Savaştan hemen sonra gelen göçmenlere ev ve toprak dağıtıldı. Arazi fiyatları birkaç defa katlandığı için mallarını ellerinde tutanlar zengin oldu. Daha sonra gelenlerin çoğu topraksız, evsiz tutunmaya çalışan işçiler. En zor durumda olan, en hor görülen de bunlar.


Türkiye’nin rolü ne?

Türkiye kökenlilerle Kıbrıslılar arasında karşılıklı sevgisizliğin artırdığı derin eğitim, kültür ve gelenek farkları var. Aynı okullarda karışık okuyan çocuklar Kıbrıslılaşmaya başladı, ama ikisinin karışımından yeni bir adalı oluşması zaman alacak.
İthal nüfusun baskısı altında bunalan ve azınlık haline gelen Kıbrıslılar infial halinde.
İki grup arasındaki tansiyon tehlikeli bir şekilde yükseliyor.

Ne yapmalı?
Tarihin akışı geri çevrilemez. Kıbrıslılar “Türkiyeliler”le birlikte yaşamayı öğrenmek ve onları adalı yapmak durumundadır.

Neredeyse silme Kıbrıslı olan siyasi partiler, bu alt sınıfa kapılarını açmalı ve onlara temsil yolunu açmalıdır. Devlet göçmen sorunlarıyla ilgili bir sosyal hizmetler dairesi kurmalı, yardıma ve desteğe ihtiyacı olan bu insanları anlayış ve sevgiyle kucaklamalıdır.

Türkiyeliler artık adanın sosyal ve ekonomik dokusunun bir parçası haline geldi. Zenginleşmiş Kıbrıslıların yapmak istemediği işlerin hepsini Türkiye’den gelenler yapıyor. Ücret karşılığı yapılan işlerde çalışanların çoğu, otellerde, casinolarda, benzincilerde, lokantalarda ve hastanelerde çalışanların hemen hemen hepsi TC kökenlidir. Bunlar giderse ekonomi durur. Ama artık gelişler kontrol altına alınmalı, nüfus yapısının daha fazla bozulması önlenmelidir. Oturma izni olmayanlar ada dışına çıkartılmalıdır.

Çözümü hiddet ve kabalıkta değil soğukkanlılıkta ve yumuşaklıkta arayalım.

Metin Münir

MİTİNG

Metin Münir:

“Kıbrıs her açıdan önemsiz bir yerdir ve kimsenin umurunda değildir. Ne Amerika’nın ne İngiltere’nin ne Rusya’nın ne diğer ülkelerin ne de hatta Türkiye’nin... Neden bizim ‘mitingciğimiz’e önem versinler? Bir an önce bu gerçeği kabul edelim. Sorunlarımızın kabahatini de çözümünü de kendimizde arayalım. Türkiye’nin yakasından düşelim. O miting KKTC’yi batıran siyasi partilerin aleyhine yapılmalıydı. Kırk yıldır Kıbrıslıları kendi halkından daha iyi yaşatmak için öde babam ödeyen Türkiye’ye karşı değil”

"Kuzey Kıbrıs Yahudi Cumhuriyeti" demiştik ya!..

"Kuzey Kıbrıs Yahudi Cumhuriyeti" demiştik ya!..


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti işgal altında!..

Cumhuriyet"in en güzel yerleri, kıyı şeridinin en stratejik mahalleri "Yahudiler" tarafından işgal edildi.

Ve bu işgal tamamen hukuki!..

Bugünlerde yapılan haberlerdeki ifadeler şöyle:

"Kıbrıs Çıkarmasına hazırlanan İsrail hükümeti, ilk önce Yahudi işadamlarına finansal destek verdi. Hükümet yetkilileri, "KKTC ve Türkiye'nin güney kıyılarına yakın arazileri toplayın" dedi.

Bunun üzerine, Yahudi işadamlarının planı, bölgedeki avukatlar üzerinden paravan şirketler kurup adanın en kıymetli arazilerini parselledi. Özellikle, Büyükkonuk, Bahçeli, Tatlısu, Kapraz, Dipkarpaz, Yenierenköy ve Sadrazamköy bölgelerinde arazi kalmadığı öğrenildi..."

Evet...

Haberler böyle...

Ne yazık ki çok geç kaldılar...

Oysa, nice zaman önce...

Oralara gitmiş; ismi geçen bölgelerden Tatlısu'nun Kahramanmaraşlı Belediye Başkanı Hayri Orcan'ı ziyaret etmiş...

Ve onun sunduğu bilgi ve belgeler ışığında, "Adanın bize düşen kısmının yarısı gitti, ey yetkililer, bari diğer yarısını kurtarın!" çağrısında bulunmuştum...

İş işten geçti...

İsrail'in "sistemli" toprak alımlarının yakında başımıza ne işler açacağını izlemek zorunda kalacağız ne yazık ki...

Hemen hatırlatmış olalım...

O bu kardeşiniz zamanında neler yazmış...

Alsın da sesimize kulak vermeyen yetkililer şimdi okusun:

"Türkiye'nin güvenliği açısından en az boğazlar kadar önemli olan Kıbrıs'ın 'Türk kesimi' İsrail işgali altında.

Yahudi gazeteleri (başta Şalom), Kıbrıs'ın Türk tarafında 'Yahudi yerleşim merkezleri' oluşturulduğunu duyuruyorlar manşetlerinden!..

Hatırlarsınız; Kıbrıs'taki çalışmalarımın sonucunu sizlerle paylaşırken, bazı bölgelerdeki kıyı şeridinin 'Mossad bağlantılı' Yahudilerin eline geçtiğini yazmıştım!..

İki taraflı çalışıyor adamlar.

KKTC Şirketler Mukayyetliği'nden çıkarttığım kayıtlar, Tel Aviv merkezli Siyonist şirketlerin, iş hayatının büyük bir bölümünü ele geçirdiğini göstermekte.

Bir de toprak alımları var;

Kimi "İsrail vatandaşı", kimi 'İngiliz Yahudisi' ama hepsi köküne kadar Siyonist!..

Buradaki işadamlarına 'Haham Haim Azimov' önderlik ediyor!..

Ve bu durum; yani Kıbrıs'a gelenlerin "din mücadelesi" verdikleri; hedeflerinin Siyonizm'i yaymak olduğu yine 'Siyonist' gazeteleri tarafından ilan ediliyor!..

Demek oluyor ki; Siyonistler, alttan alta, gizliden gizliye yerleşme aşamasını geçmişler..

Ve görünür olmaya karar vermişler!..

'Kanser hücresi' gibi hızla yayılmayı "ibadet" olarak gören bu adamlar, 'Kıbrıs Ergenekoncuları'nın desteğiyle KKTC'yi ele geçirmekte!.

Ben rahatsızım. Sadece ben mi?.. Ziyaret ettiğim KKTC-Tatlısu Belediye Başkanı Hayri Orcan da fevkalade rahatsız.

Onun gibi birçok gerçek vatansever, diken üstünde! Ben bu konuyu işliyorum ama... Nedense, her ay en az bir yazımı öne çıkartan değişik eğilimlerdeki medya kuruluşlarından hiçbiri ilgi göstermiyor!..

Korkarım ki, gün gelecek, İHH'ya, Kıbrıs'a da 'yardım gemisi' göndermek düşecek!..

Gafletimiz, topraklarını Siyonizm'e teslim eden Araplarınki kadar koyu!."

*

Evet... Biz bunları yazdık...

Defalarca yazdık...

İşin işten tam olarak geçmediği günlerde yazdık.

*

Tarihe düştüğümüz notların altını iyice çizmek adına...

"Yahudi işgali"nin "Denktaş" mevzuu ile bağlantısını da yazalım...

SERDAR ARSEVEN / GAZETECİ

Soğuk savaşçı konuşuyor

Soğuk savaşçı konuşuyor

Soğuk savaş, İkinci Dünya Savaşı sonundan (1945) 1990'lara kadar süren bir dönemin adıdır.
Bu dönemde dünya iki kutba ayrılmıştı. Kapitalist dünyanın başını ABD çekiyordu. Bunun askeri örgütü NATO idi.
O dönemde sosyalist dünyanın lideri ise Sovyetler Birliği idi ve merkezi de Rusya tarafından temsil ediliyordu. Varşova Paktı çevresinde bir askeri güç oluşturmuştu.
İşte bu iki büyük güç, dünyaya daha fazla egemen olmak için yarıştaydı. Bunun için askeri çatışma yolunu (sıcak savaş) değil de propaganda yolunu seçtiler. Bu psikolojik savaşa 'soğuk savaş' adı verildi.
Bunun Türkiye ile ne ilgisi var demeyin.
Ülkeye egemen olmak için AKP iktidarı şimdi 'soğuk savaş' tekniğini kullanıyor.
Kamuoyunu; eskiden olduğu gibi sahte tehlikeler yaratarak değil de sahte iyimserlik yaratarak yönlendiriyor.
Tıpkı Nazım Hikmet'in şu şiirinde olduğu gibi:
'Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler göreceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere süreceğiz...
Açtık mıydı hele bir son vitesi,
(...)
Uuuuuuuy çocuklar kim bilir
ne harikuladedir
160 kilometre giderken öpüşmesi... '

İMRALI MIZIKACILARI
İşte AKP iktidarı, halkı 2023 gibi, 2071 gibi böyle hayal ürünü projelerle kandırıyor. Bu yalan rüzgarının sürdürülmesi için soğuk savaş uzmanlarına ihtiyaç var. Bugün bütün televizyonlar; böyle özel bir görev üstlenmiş sözde akademisyenlere, sözde araştırmacılara açık. Bunlar; iktidarın işine gelen ne varsa; onu halkın istediğini söyleyerek halkı kandırmaya uğraşıyorlar.
MHP Lideri Devlet Bahçeli dün, bunlara 'İmralı Mızıkacıları' adını taktı. 'Bremen Mızıkacıları'na gönderme yaparak...
Son zamanlarda bu soğuk savaş görevini en heyecanlı biçimde yürütenlerden birisi de Tarhan Erdem.
Bir bilen edasıyla konuşan Bay Tarhan, bu milletin terör elebaşısı Öcalan'ın TBMM'ye seçilmesini bile kabul edeceğini söyleyebiliyor.
Ve Türk milleti ile açık açık alay ediyor.
Milleti aptal yerine koyuyor.
İmralı mızıkası çalarak...

REFERANDUMA GÖTÜRÜN
Her iki cümlesinde bir AKP iktidarını öven Bay Tarhan ve benzerlerine sesleniyorum:
Hadi, gücünüz yetiyorsa, şu açılımı referanduma götürün de göreyim sizi.
Hadi; her işte 'Milletin dediği olur!' diyen zevat; getirin bu açılımı milletin önüne koyun.
'Halkın yüzde 95'i açılımı destekliyor!' diyorsunuz.
Madem ki öyle, yapın şu referandumu...
Hadi yapın da alın boyunuzun ölçüsünü.

ŞEHİTLER SUÇLU ÇIKARILACAK
Öcalan'ı neredeyse aziz ilan eden bu İmralı Mızıkacıları sadece Tarhan Erdem ile sınırlı değil. Kendilerini liberal veya demokrat gösteren ama aslında dış güçlerle işbirliği halinde çalışan bir tabur var.
Bunlar; şimdi bütün güçleri milleti; vatan sevgisinden soğutmaya çabalıyorlar. Bunun için şehitlere bile saldırmaya başladılar. Bu mızıkacılar; şehit olan gençlerimize son görevimiz olan cenaze törenini bile eleştiriyorlar. Hiçbir karşılık beklemeden ülkesi ve milleti uğruna canını veren gençlerin cenaze törenini kışkırtıcılık gibi gösteriyorlar.
Ama teröristlerin cenazelerinde yapılan azgınlıkları görmezden geliyorlar; hatta demokratik hak ilan ediyorlar.
Ellerinde gelse şehitlerimizi özel yetkili mahkemelere verip mahkum ettirecekler.
Bu rezalet karşısında tek duyarlı parti olarak MHP kaldı. MHP'nin sorumluluğu giderek artıyor.
Umarım ki gerçek milliyetçiler artık burada birleşmenin ne kadar kaçınılmaz bir görev olduğunu görürler.

Rıza Zelyut
GÜNEŞ 16.1.13

15 Ocak 2013 Salı

Derin analiz / Serhat İncirli

Derin analiz

Bazı şeyler sanki çok yeniymiş gibi davranıyoruz...
Örneğin siyasi amaçlı işe almalar... Çok yeni bir şey midir bu?
Ben küçücük çocuktum, bizim köyde “solcu” gençler işsizdi... Kolej sınavları bile torpilliydi..
Veya, solcu gençler, “anne babaları UBP’li ya da Denktaşçı olursa” işe alınırdı. UBP’li olmak hep ayrıcalıktı... Denktaşçı olmak adeta zorunluluktu. Olmayanlar zaten “hain” değil miydi?
Solcu gençler işe alınınca susmak zorundaydı. Ömür boyu konuşma yasağı konurdu.
“Liyakat” ilkesi bu ülkede tarihin hiç bir döneminde uygulanmadı. Hiç bir şey şeffaf değildi. Hiç olmadı.
Oturduğu koltuğu “hak edenlerin” sayısı oldukça azdı. Mesela Kamu Hizmeti Komisyonu, kurulduğu günden beri torpil mekanizmasının genel kurmay başkanlığı değil miydi?
Bu komisyonun bütün üyelerinin TMT’ci, Denktaşçı, torpilci olmaları gerekmiyor muydu?
Düzen hiç değişmedi...
1957 yılından beri aynıdır.
1974 sonrasında farklılaşan, kurulu düzen yöneticilerinin aynı zamanda ganimteçileşmesi ve bunlara yeni ganimetçilerin de eklenmesiydi.
Kendi hukuk insanlarımızın, örneğin o yıllardaki başsavcımızın ve yüksek mahkeme başkanımızın uyarılarına rağmen, 1974 sonrası “toprak yağmalaması”nı hiçe saydık.
Başımızda patladı mı?
Patladı...
Örneklerden bir diğeri; Mal Tazmin Komisyonu kuruldu?
Tazmin Komisyonu, başlı başına, “KKTC asla yoktur, hiç var olmamıştır” yorumunun, tarafımızdan kabulü değil miydi?
Gerçekleri saklayıp, olmayan veya tanınmayan sembollerle idare ettik.
O dönemlerde sorunumuz yoktu. Çünkü ganimet boldu. Yiyorduk.
Ayrıca Türkiye’de, tıpkı bizdeki gibi hamaseti çok seven, ülkeyi sembollerle yöneten, mutlu bir azınlık vardı...
Ancak zaman değişti. Avrupa Birliği’nin etkisinin yanı sıra, Türkiye’deki “İstanbul merkezli ticaret dünyası” ve “Ankara merkezli hamaset dünyası” işbirliği yıkıldı.
“Atatürkçülük, milliyetçilik, milli dava” gibi önemli kabul edilen değerler değişti... Ticari ve dini çıkarlar daha öne geçti.
Bunun etkisi kısa sürede Kuzey Kıbrıs’ı da vurdu.
Kuzey Kıbrıs’ta “Hamasetçi Denktaşçı işbirliği” yerine, ne ilginçtir ki ilk başta “İslamcı – Devrimci” koalisyonu ortaya çıktı... Türkiye’deki ticaret – hamaset iktidarı yıkılıp yerine “yeni müslüman ticaret – ve yeni İslam” iktidarı geldiği anda; bu yeni iktidarın KKTC versiyonunda CTP’nin yer alması, tarihi ihanetlerin zirve yapma noktasıydı.
Şu anda buralarda farkındayız veya değiliz; “yeni müslüman ticaret ve yeni İslam” iktidarının etkisi hakimdir.
Bunu eleştirmek ya da kötülemek anlamı çıksın diye yazmıyorum. Hatta eskisinden daha iyi olduğu inancım da var... Ayrı bir konu!
Sadece mevcut durumumuzu ya da konjektür denen olguyu yorumluyorum...
Bu topraklarda, yani Kıbrıs adasının Kuzey yarısında, Türkiye’deki iktidarların kontrolünde bir alt yönetim vardır.
Bu alt yönetimin “nasıl” oluşacağı konusuna, 1957’den beri müdahale ediliyor olması “ilk” değildir; bu gidişle de son olmayacaktır. Tıpkı torpille UBP delegesi veya yakını istihdamının yapılması gibi!
Bunlardan dolayı Türkiye’yi suçlamanın bir anlamı yoktur.
Ben suçlamıyorum da...
Çünkü, Türkiye’nin adadaki varlığının asıl sorumlusu ve hatta temel nedeni; Rum tarafındaki “hamasetçi–milliyetçi” inanılmaz hatalardır... Rum hamasetçi milliyetçi takımının 1974 yılı 15 Temmuz’undaki gibi bazı hataları; mevcut durumun temel nedenleri sıralamasının ilk başındadır... Şu anda kurulu düzenin değişmesi için, Türkiye’nin bir şekilde tatmini hatta tazmini bile gerekecektir... (15 Temmuz darbesini yaparken düşüneydiniz Anastasiadis’çi kardeşlerim)...
“Türkiyesiz çözüm mümkün değildir” tezi–Rum kaynaklı ve Rum nedenli bir tezdir.
Ve işte şu anda yaşadığımız her şeyin adı da “statüko”dur...
Yani, “Türkiyesiz çözüm olmayacağı hali” mevcut durumun da; ta kendisidir.
Hamasetçi–Denktaşçı kesim geçmişte bundan rahatsızlık duymuyordu. Şimdi, yine duymuyor...
Ama bu hamasetçi Denktaşçı kesim, ne yazık ki mevcut Türkiye yönetimi ile anlaşamadığı için, ayrı bir huzursuzluk travması yaşıyor ki günümüzde yaşadığımız iç sorunların da temeli buradan kaynaklanmaktadır...
Sonuç mu?
Sonuç; “statüko”nun tamamen değiştirilmesi zorunluluktur.
Eğer değiştirilmezse, “kendi evimizi temizleyelim” mantığıyla hızlı bir şekilde azalan Kıbrıslı Türk Toplumu nüfusu; önce Kıbrıs Türk Toplumu ve kültürünü tamamen ortadan kaldıracaktır... Nüfusu, Maronitlerden ve Ermenilerden daha az sayıya düşecektir.
Eğer değiştirilmezse, “statüko” Türkiye’nin olası her türlü gelişiminin önünde engel olacaktır. Statüko, Türkiye’nin bölgesel liderliği ve AB üyelik sürecinin önünde engeldir.
Eğer değiştirilmezse, Kıbrıs sorunu asla çözülmeyecek; bölgede gerginlikler hep var olacak; doğal gaz gibi kaynakların faydalanma aşamasında savaşlar dahi çıkacaktır. Savaş bitiş demektir.
Eğer değiştirilmezse, işimiz tuğladan zurnadır!
Statüko nasıl mı değişecek?
Tehlikeler görülecek... Çıkarlar bilinecek... Tavizler verilecek... Toprak verip siyasi eşitlik talep edeceğiz... Hiç başka da şansımız yoktur...

Serhat İncirli
15.01.13